SEVGİN OLMASA
Meşin pantolonu ayağına geçirip tüfeğini omzuna taktı: “Tomi!” Hemen yanında bitti Tomi, uzun zamandır avlanmadığı için hırsla doluydu, burnuyla yerdeki karları dağıtıp ince ve kesik havlamalarla çıkacakları avı kutsuyordu. Salim, Tomi kadar heyecanlı değildi hatta oldukça donuk ve neşesizdi. Sanki biri başına silah dayamıştı da öyle gidiyordu ava. Onun bu keyifsizliğini sezen Tomi, bacaklarına sürtünüp üzerine atlayarak onu da işin içine katmaya çalışıyordu. Ancak Baba Salim oralı olmadı.
Köhnemiş çizmeleriyle dağların bağrını yarmaya girişti. Yürüdükçe açıldı, yürüdükçe ferahladı, yürüdükçe uyandı. Ardıç kokuları ve karatavuk çığırtıları içinde benliğinin açıklarına doğru kulaç attı. Tomi bir tavşan izi bulup kesik kesik havlamaya başladı, çok geçmeden bodur çalılardan birinin saçağında gizlenen hayvanı kaldırıp kovalamaya başladı. Köpeğin önünden seğirten tavşana bakıp kalan Salim, omzuna astığı tüfeğini indirme lüzumunu bile duyumsamadı. Ölü bir çam gövdesinin üzerine oturup bir sigara yaktı.
Tavşanın peşinden dörtnala giden Tomi, arkasında kimsenin olmadığını görünce derin bir hayal kırıklığıyla Salim’in yanına dönüp gözlerinin içine baktı. Konuşsa muhakkak bir şeyler anlatacaktı, konuşamıyordu, gözleri belki bir şeyler söylerdi: “Neden gelmedin peşimden? Neden nefes nefese kalmışken beni yalnız bıraktın? Çok değiştin artık. Sanki dünyada eşini kaybeden tek canlı sensin. Bu dünyada kimler nelerini kaybediyor be! Hiç kimsenin sesi çıkıyor mu? Çıkmaz çünkü kanun böyle. Sizin üfürükten yasalarınıza benzemeyen, soyut bir gerçek bu hatta sapına kadar gerçek. Siz de sanıyorsunuz ki dünya bir tek sizin etrafınızda dönüyor. Sizin dışınızdaki her şey ruhsuz birer eşya. Ben eşya değilim Baba Salim! Bak şu kıçını koyduğun ağaç var ya, o da eşya değildi. Dünya bir ruhun üzerine oturtulmuş, bu gezegende her şeyin bir ruhu var. Öyle olmasa saçağına yuva yapan kırlangıç, eşi ölünce kendini dikenli telin dikeninde asmazdı. Öyle olmasa ahırına yavrulamış alaca kedi, yavrularını erkek kediler öldürünce bir ay boyunca gözyaşı döküp pencerenin önünde miyavlamazdı. Evren, bu müthiş ruhtan ibaret. Bunu yok sayamazsın ya da bencilce sadece kendi türüne yontamazsın. Acıymış, bu dünyada kimler ne acılar çekti be! Hiç bir tanesinin sesi çıkıyor mu? Çıkmaz çünkü kanun böyle. Bağırsakları dışarı sarkmış taş koyunu, kendi acısını devşirip bağrına gömerek kuzusunu emzirmek zorunda. Öyle yapmasa acizlik gösterir ve düşmanlarının yemeği olur. Sizler çok seviyorsunuz ağlanmayı, acınmayı, mağdur olmayı… Böyle yaparak güçleneceğinizi mi sanıyorsunuz? Tüküreyim sizin mantığınıza!”
Ne göz varmış Tomi’de! Bunların hepsini kehribar gözleriyle bir bir söyledi ama Salim’in umurunda olmadı. Cep radyosundan coğrafyanın tek radyo kanalını bulup yanındaki meşenin kırık dalına astı: “Şarkılar seni söyler/Dillerde nağme adın/Aşk gibi sevda gibi/Huysuz ve tatlı kadın” Bir sigara daha yaktı. Dingin hava tipiye dönmeye başladı, tipi azdıkça kolu da sızlamaya başladı. Bu dönemde illa sızlardı. Şimdi Sevgin olsa sobanın borusuna sarmalayıp ısıttığı havluları getirip koluna sarardı, bu namussuz ağrıya sıcak iyi geliyordu ya da Sevgin’in sunduğu sıcak. Karısı öleliden beri evde seyrek olarak soba yakılıyordu, bir de üstüne o huysuz ve tatlı kadının yokluğunun estirdiği ayaz olunca bu kol sızıdan paralanıyordu. Ölümü beklemek gibi bir niyeti yoktu ama çocuksuz birlikteliklerinin asıl paydaşı gidince bundan başka da çare yokmuş gibi görünüyordu. Allah’tan Tomi vardı da hayat öyle böyle geçiyordu, gerçi son bir senedir onu da ihmal etmişti. Geçen bir yıl içinde o da epey kilo almıştı, sonuçta o bir av köpeğiydi ve gezdikçe sağlıklı kalıyordu. Salim’in içine gömüldüğü zamanlarda Tomi’nin kendi dışkısının üzerine yattığı çok oldu ama yine de onu üzmedi. Her şeyin farkındaydı, her sabah kahvaltıyı hazırlamadan ona yiyeceğini getirip suyunu değiştiren Sevgin’i o da unutamıyordu ama yapacak bir şey de yoktu.
Sigarasını bitiren Salim tüfek omzunda geldiği dağlardan tüfek omzunda geri döndü. Tipi yüzünden izlerin üzerine kar dolmuştu. Hevesi kursağında kalan Tomi, kuyruğunu bacaklarının arasında sallayarak Salim’in arkasından köye doğru yürüdü. Eve yaklaştıkça Salim’in içi burkuldu, nefesi daraldı, gönlü döndü. Avlu kapısından girince Tomi birkaç yudum suyundan içtikten sonra yerine serilip başı yerde, gözleri havada asılı biçimde kalakaldı. Salim bir sigara yakıp onu izledi: “Seni de ihmal ettik dostum, üzgünüm. Son zamanlarda kendimi bile göremiyorum, hani yaşıyor muyum, onu bile bilmiyorum. Sevgin gidince her şey yarım kaldı gibi, bana öyle geldi. Şu kapıdan o girmezse buna ‘kapı’ denir mi? Onun bir akşamsefası gibi kurulmadığı yere ‘pencere’ denir mi? Denmiyor işte, bir şey dense iyi ama hiçbir şey denmiyor Tomi. Bana da kendi karanlığıma gömülmek kalıyor.” Avlu kapısından Marangoz Hıdır’ın sesi yükseldi: “Bak Salim, Sevgin öldü ama gönlünde sulayıp filizlendireceğin sevgin var. Böyle yaparak dünyayı kendine zindan edersin. Bırak, kimse de gelmez yanına. Eksik olanla, eksik hissedenle kim, ne konuşsun?” Tomi, başını kaldırıp Hıdır’a baktı: “Ağzın bal yesin be keresteci, ben de öyle dedim. Düşkünleşerek güçlenilmez. Köpeğiz falan ama destan gibi sözler söylüyoruz. Dinleyen kim?..” dedi gözleriyle. Avlu kapısını kapatıp giden Hıdır’ın ardından çayı, ocağa vurdu. Bir sigara daha yaktı…
Yorum yapın